İskenderun'dan Mersin'e Tren Seyahati - Günlük Gezi

“Seyahat etme mikrobu size bir defa bulaştıktan sonra artık tedavisi yoktur. Hayatımın sonuna kadar bu mikropla mutlu bir şekilde yaşayacağımı bilmek çok güzel bir duygu!” – Michael Palin


Her gezi yazısında olduğu gibi güzel bir seyyah sözünün ardından gezi yazımıza başlamanın uygun olduğunu düşündüm. Ancak bu gezi yazımı yazarken zorlanacağım kadar hiçbirinde zorlanmadığımı zannediyorum. Çünkü kişisel sebeplerle duygusal olarak bağlandığım bir geziydi. Ve bu bağlılığım hala geçmiş değil. Gezi yazısına sizi sıkmadan başlamak istiyorum. En başta denilmesi gereken birkaç sıkıcı kişisel mevzudan yazının en sonunda bahsetmek istiyorum.

Öncelikle gezimize İskenderun ilçesinin, Sarıseki Mahallesi’ndeki (her ne kadar eski bir kasaba  olsa da büyükşehir olunca mahalle olan yerlerden) tren garından başladık. Tren beklemek kadar zevkli az şey var hayatta. Hele ki yanınızda sevdiği insanlar olduğu sürece. Hergün saat 07.10’da İskenderun Tren Garı’ndan kalkan tren Sarıseki’ye saat 07.25 civarı ulaşıyor. Neredeyse Sarıseki’ye kadar bomboş gelen trene binen yalnızca bizim gezi ekibimiz oluyor. Ve bu gezi ekibinin yarısı birçok; şehir, ülke, kültür,
inanç gezisi yapmasına rağmen, diğer yarısı hayatında İskenderun’dan çıkmamış insanları barındırıyor. Gezimizi ilginç kılan diğer bir özellik de buydu.  Trende sadece bizim olduğumuz koskoca vagona gelen kompartıman görevlisine biletlerimizi kestiriyoruz. Seneden seneye enflasyona uğrayan tren bileti bu sene İskenderun-Mersin arası 15 TL olmuş durumda.


Sarıseki’den bindiğimiz tren ilerlemeye başladığında hemen silahlarımıza davranıp fotoğraf makinelerimizi çıkarttık. Kimimiz cep telefonuyla, kimimiz akıllı telefonuyla herkes bir şeyleri kaydetme peşindeydi. Kimimiz blog yazıyor, kimimiz bir daha bu insanlarla yaşamayacağı bu anı ölümsüzleştirmek istiyor, kimimiz de hayatında ilk defa bir geziye çıkıyordu. Sarıseki’den yaklaşık bir kilometre sonra
dünyada üçüncü büyüklükte olan demir-çelik fabrikalarını gördüğümüzde şaşırmıştık. Gerçekten yakından çok garip  bir kompleks olarak gözüküyordu.

Trenin durduğu her durağı çekme ve tanıma çabasındaydık. Çünkü gerçekten bütün tren garlarının tasarımları farklı ve her birinin kendisine özgü yapısı vardı. Bazen karşıdan gelen bir tren ile garlarda yan yana duruyorduk. O zamanda bol bol fotoğrafını çekiyorduk. Tren yolculuğunda en sevdiğim şeylerden birisiyse bozkırın uçsuz bucaksız olması. Tabii ki bu gezi gibi kısa süreli tren yolculuklarında anlaşılmayacak olan bu şey, Konya-Adana gibi uzun tren hatlarında gayet güzel anlaşılıyor.
 Her neyse yolculuğumuzun üzerinden biraz geçmişti ki Toprakkale’yi görmüştük. En son çocukluğumda gitmiştim sanırım oraya. Gerçekten uzaktan bozkırın ortasında muazzam gözüküyordu. Toprakkale durağından sonra yavaş yavaş Mersin’e yaklaşıyorduk. Toprakkale ile Kuzeye doğru giden tren yönünü Batı’ya çevirmişti. Adana durağında olan kırk dakikalık gereksiz bir bekleyişin ardından (gerçekten yolculuktaki üzücü ve en gereksiz şeylerden biri olmuştu ancak bizimle alakalı değildi en azından) yolculuğa devam etmiştik. Şehitlik ve Tarsus duraklarından sonra nihayet Mersin’e ulaşabilmiştik.
Mersin’de kendimizi hiç yabancı gibi hissetmedik diyebilirim. Çünkü şehrin yerleşim yapısı ve kent mimarisi neredeyse birebir. Sadece Mersin Belediyesi şehrin doğal olanaklarını daha verimli kullanmış ve İskenderun Belediyesi kadar israf etmemiş diyebilirim. İnsan trenden binip-indiğinde sürekli kendini “Uzun Hikaye” kitabındaki karakterler gibi hissediyor. Bunun adı sanırım tam olarak nostalji.

Mersinde uğradığımız ilk durak “Latin İtalyan Katolik Kilisesi”. Gerçekten uğradığımız en güzel  tarihi yer olabilir Mersin’de. Kiliseye girdiğimizde bizi yaşlı bir beyamca karşılıyor. Kendisine görevinin ne olduğunu sorduğumuzda din hizmetkarı olduğunu öğreniyoruz. Ve kilisedeki görevi kilisenin düzenini ve temizliğini sağlamakmış. Kendisiyle kiliseyi geziyoruz. Ve gerçekten Mersin’de güzel bir mimari görmenin mutluluğu doluyor içerimize. Ayrıca güzel davranan kilise görevlisi bizlere “diyalogculuk” anlayışını isim vermeden anlatmadan da edemiyor. Katolik Hristiyan’ların temel özelliklerinden biri olan hoşgörü, ılımlı İslam’a benzer bir şekilde ılımlı Hristiyanlık tezahürü ettirmiş. Tabii ki bu Hazreti İsa öğretilerine daha gelenekçi yaklaşan Protestan mezhebini kızdırmış. Her ne kadar şuan dışarıya iyi görünseler de altta yatan bir çatışma olduğunu anlamamak komik olur. Her neyse kiliseyle devam edecek olursak; kilise inşaatına 1853 yılında başlanmış ve uzun bir süreç ve kısım kısım tamamlanıp açılan inşaatların ardından inşaat tamamen 1898 yılında tamamlanmıştır. Kilise görevlisine hafta içi cemaatin gelip gelmediğini sorduğumuzda bize gülerek “Ah evlat ah. İnsanoğlu aynı. Sizde camiye geliyorlar mı her gün?” diyerek yakındı. 
Bizler de güldük. Güldük ancak acı bir gerçek vardı. Her neyse, İslam dininde Cuma günleri olan haftalık toplu zorunlu ibadet onlarda Pazar günü olmaktaydı. Kilisenin bahçesinde bir süre oturup muhabbet ettikten sonra izin alıp yolumuza devam ettik. 

Kiliseden ayrıldıktan sonra Ulucami’ye doğru ilerledik. Ulucami’nin en hoşuma giden tarafı ise kompleks şeklinde etrafındaki dükkanlarla bir bütün şeklinde oluşuydu. Ancak diğer şehirlerdeki Ulucamiler gibi tarihi bir yanı olmadığını da belirtme ihtiyacı hissediyorum. Ancak Ulucami’de en çok dikkatimi çeken şey basit bir şeydi. Allah’a açılmış iki el şeklinde yapılan sanatsal çalışma gerçekten çok hoşuma gitmişti. Ulucami’de bir süre vakit geçirdikten sonra yolumuza devam ettik ancak Ulucami’nin bahçesi vs. hayal ettiğim gibi değildi açıkçası. Oradan yolumuza devam ettiğimizde Atatürk Evi’ne doğru ilerlemeye başlamıştık. Atatürk Evi’ne vardığımızda içeriyi gezdik. Buranın da tarihle alakalı olduğu tam olarak söylenemezdi. Ama en azından bahçesi güzel olduğundan dolayı durumu kurtarmıştı. Bahçesi sessiz ve güzel bir mekan olduğundan aklımda eğer Mersin’de yaşarsam diye kitap okunabilecek mekanlar listesine eklemiştim.

Atatürk Evi’nin hemen ilerisinde Mersin Şehir Müzesi’ne gitmiştim bu geziden birkaç yıl önce. Mersin zaten sürekli gittiğim bir yerdi. Ve ben de Şehir Müzesi’nin faydalı olabileceğini düşünmüştüm. Ancak tam bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü binası taşınmamasına rağmen müze taşınmıştı. Nasıl
oluyor derseniz müzenin idari işleri merkez olan bu eski binada hallediliyor, müze ise yaklaşık 12 km uzaklıktaki bir yerde geziliyordu. Ve bunu internete yazmamışlardı. Her şeye rağmen bizi eski müze binasında karşılayan araştırmacı abi bizlere limonata ikram edip, bizleri soğuk klimalı odasında misafir etti. Bunu da demeden geçemeyeceğim.

Şimdi asıl mevzuya gelecek olursak…

Mersin’de ne yenilir sorusu zaten herkesçe cevaplanabilecek nitelikte olduğundan nerede yenir sorusuna yönelmek isterim. Birçok kişi Göksel Tantuni ve Memoş Tantuni şeklinde mezhep savaşları vermekte. Ancak ben ikisinde de yedim. Ve tabii ki Memoş Tantuni’yi seçtim. Güler yüzlü hizmeti bile sadece onu seçmeme yetiyor. İnternetteki interaktif sözlüklere bu yemek konularında her daim borçluyum sizlere de tavsiye ederim oralardan fikir edinmenizi. Bu gittiğimde normal tantuniden farklı olarak biftek etinden yapılan biftek tantuniyi de denemenizi tavsiye ederim. Her iki tantuninin de porsiyon fiyatı
11TL. Tantuni yedikten sonra hasretle geriye doğru baktıktan sonra, şişen göbeklerimizi eritmeye koyulduk. Ve halk arasında Müftü Deresi olarak bilinen Kızıldere’nin kenarından sahile doğru yürümeye başladık. Gerçekten belediyenin doğallığı bozmaması takdire şayandı. Umarız bundan sonrada dere kenarı betonlaştırılmaz ve doğallığı bozulmaz.


Mersin sahiline vardığımızda kendimizi İskenderun sahilinde gibi hissettik. Çünkü u iki şehrin birbirine benzerliği muazzam. Sahilde anlatacağım pek bir şey yok bu yüzden. Ancak Beşiktaş 100. Yıl Anıtı vardı bir sahilde. Sahilden devam edip Hazreti Muğdat Cami’ye doğru ilerlemeye başladık. Gerçekten çok büyük bir camiydi. Güzel bir mimari olduğunu söyleyemeyeceğim
çünkü klasik bir Modern Cumhuriyet yapısıydı. 6 minaresi olduğuna rağmen Cumhuriyet döneminde yapıldığını anlamak resmini görmeden ve gitmeden dahi mümkün. Nasıl mı? İsminden dolayı. Hazreti Muğdat. Osmanlı döneminde 6 minareli camiler sadece padişahlar adına yapılırdı çünkü. Bundan dolayı beklentimi zaten yüksek tutmamıştım. Ancak 6000 kapasiteli olan bu cami gerçekten çok büyük ve ferahtı.
Camide kılınan namaz ve biraz kestirmeden sonra camiden çıktık. Ve Mersin Deniz Müzesi’ne gittik. Gerçekten güzel bir müzeydi. İçeride tarihi ve teknik olarak birçok şey sergilenmişti.



Mersin Deniz Müzesi’nden çıktıktan sonra uzunca bir süre yöresel bir ferahlatıcı olan “Bici Bici” aramaya koyulduk. Ve Memoş Tantuni'nin orada Kral Bici Bici'de yedik. Buz, nişasta ve gül suyundan yapılan bici bici gerçekten bir Akdenizlinin vazgeçilmez zevklerindendir. Bici Bici yedikten sonra kalan vaktimizin bayağı arttığını görerek lunapark’a gittik. Ancak kapalıydı. Oradan dönüşte ise Dondurmacı Halil’e uğradık. Gerçekten hayatımda gördüğüm en iyi cezeryelerden biri burada yapılıyordu. Ve gerçekten net olarak diyebilirim ki müşterisine en güzel     davranan yerdi hayatımda. Buradan da cezerye, çikolata kaplı badem ve börek alıp yolculuğumuzu bitirdik ve tekrardan Mersin Tren Garı’na döndük. 7 saat içerisinde bunları yaptık ve gerçekten unutulmaz bir gün yaşadık.


Başka bir gezi yazısında görüşmek üzere…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

şemsiyeli kız - (müzikal hikayeler)

Eski Şeyler